30 Aralık 2013 Pazartesi

ELHAMDÜLİLLAH

On gün önce Cezayir’de başladığımız düğünler silsilesi dün gece itibari ile tamamlandı. Elhamdülillah.
Gençler hayat yolculuklarına başlamak üzere ayrıldılar yanımızdan.
Yavrularımızın mutluluğunu paylaşmak için son birkaç gündür bizlerle beraber olan eş-dostta evine, köyüne dönmek için düştü yollara. Biz de Cezayirli dünürlerimizle İstanbul’a gidiyoruz şimdi.  Yanımdaki koltukta gelinimin annesi oturuyor. Dünürüm. Chahinez’i doğuran, büyüten, ilmek ilmek işleyen kadın. Onun yavrusu ve benim yavrum, onun ve benim hayatlarına kattığımız ilke ve değerlerle çizecekler  yol haritalarını. Rabbim izin verirse aynı bebeğe “torunum” diyecek, onunla ilgili ayrı ayrı hayaller kuracağız. Melika ile beraber geçirdiğimiz günler sayılı olsa da aldığım enerji çok olumlu. Pencereden dışarı bakarken huzur içinde uyuya kalmış yüzüne bakıyor ve “bu güler yüzlü kadının yetiştirdiği yavru yavrumun yüzünü güldürür inşallah” diye düşünüyor ve “Elhamdülillah” diyorum yürekten.
Abdullah’ın yüreğindeki kıpırtıyı bizimle paylaştığının üzerinden tam sekiz ay geçti. Bu sekiz ay geçiyor gözümün önünden  kare kare. Ne kadar çok şükretmem gereken şey var Ya Rabbi.
Elhamdulillah, yavrumuzu sevebildiği bir kızla karşılaştırdığın için.  Yeryüzündeki bekarların çok büyük bir kısmı yalnız yaşamayı seçtikleri için değil, sevmeye  değer biri ile karşılaşamadıkları için yalnızlar. İşte bu yüzden sevecek biri ile karşılaşmak ve onun tarafından sevilmek çok önemli bir şükür nedenidir diye düşünürüm hep.
Elhamdülillah, aynı yavruyu  bize sevdirdiğin için.
Elhamdülillah, yavrumu  Şahinez’in ailesine sevdirdiğin için.
Elhamdülillah, her iki ailenin yüreğine verdiğin dinginlik ve huzur için.

19 Kasım 2013 Salı

ELLİBEŞ YILIN ARDINDAN





Yarın bizim doğum günümüz.

Ben 55 yılı geride bırakıyorum. Bloğum ise sanal alemdeki 4. yılını tamamlıyor.

Söylerken dilim, yazarken elim, yan yana gelmiş iki tane beş rakamına bakarken gözüm inanamıyor ama doğru tam 55 yıl olmuş ben bu dünyaya geleli.

 O zamanki adıyla “ Büyük Doğum”da, 18 yaşındaki  küçücük bir annenin beni  bağrına basmasının, öpüp, koklamasının;

Karyola yapmaya çalışırken yağlanan, kirlenen ellerini alelacele temizleyip hastaneye koşan genç adamın bana sımsıcak sarılmasının üstünden tam 55 yıl geçmiş.

Dile kolay bu, tam elli beş yıl! Yarım asırdan bile fazla.

Şimdi hesapladım yirmi bin yetmiş dört gündür bu gezegenin üstündeyim ben.  Yok yok, benim doğduğumdan bu yana cüce Şubat’ın  13 kere birer gün büyüdüğünü de hesaba katarsak  tam tamına yirmi bin seksen yedi defa gün doğmuş üzerime. Ne kadar çok!

Hardal tanesi kadar hayrın ve şerrin değerlendirileceği  zorlu hesap gününde, hesabını vermem gereken binlerce gün, yüzbinlerce saat ve milyonlarca dakika var demek bu .

Hesap verebilmek için önce kendimi muhasebe etmem gerektiğini biliyorum bilmesine de , hesabı ortaya dökmekte zorlanıyorum. Bunun en önemli  nedeni  yaşanmış günlerin bir sis perdesinin arkasına saklanmış olması. Hatırlayamıyorum yaşanmışların çoğunu. 

Son günlerde boş kaldığım her an zihnimi zaman tünelinde yolculuk yapmaya zorluyorum.

16 Şubat 2013 Cumartesi

GÜLER YÜZLÜ İNSANLAR DİYARINDA


JAKARTA GÜNLÜĞÜ 2
“Endonezyalılar çok zarif insanlardır.” Hac ve Umre vazifesini yerine getirmek için mübarek topraklara giden herkes, dilini bilmediği, iki kelam konuşamadığı dolayısıyla aslında hiç tanımadığı Endonezyalı kardeşlerimizi eminim ki böyle tanımlar. Bu gezi benim için yerdeki karıncayı incitmekten korkarak yürüyen, her gördüğüne gülümseyerek selam veren bu güzel insanlar için hüsn-ü zanla oluşturduğum duygu ve düşüncelerimin ilm-el yakin ve ayn-el yakin kesinleşmesine vesile oldu.


Misafiri olduğumuz kardeş okulumuzdaki arkadaşlarımızla karşılaştığımız ilk andan uçağımıza binmek için onlardan ayrıldığımız son dakikalara kadar yukarıdaki cümleyi onlarca defa tekrarlamamıza neden olacak olaylar zinciri bizim okulun bahçe kapısından içeri girmemizle başladı.  Okulumuzun İngilizce koordinatörü Mesut Bey, lise müdürümüz ve aynı zamanda eşim olan Mehmet Bey’le beraber bir gece önce sözleştiğimiz gibi sabah saat 7’de kardeş okulumuz Bakti Mulya 400’ün bahçesine vardığımızda büyük bir kalabalığın ellerinde Türk bayrakları sallayarak bizi beklediğini gördük. Biz daha ne olduğumuzu anlayamadan iki öğrenci, filmlerde gördüğümüz orkide çiçeklerinden yapılmış kolyeleri boynumuza taktı. Okuldaki bütün öğrencilerin ellerinde bayraklar sallayarak ve alkışlayarak doldurdukları koridorlarda onlarca gülümseyen gözle bakışıp bize son derece dostane uzana elleri sıkarak ilerledik ve karşılama töreninin yapılacağı salona girdik. Salonun başköşesinde Cakarta büyük elçiliğimizden ödünç aldıklarını daha sonra öğrendiğimiz bayrağımız bizi bekliyordu. İki ülkenin milli marşlarının okunmasının ardından okul öğrencilerinin birbirinden renkli milli kıyafetlerinin içinde sergiledikleri halk oyunlarını izledik.  Kendimizi, ülkemizi ziyaret eden devlet başkanları gibi önemli hissetmemizi sağlayan ilgi ve ikram karşısında geçen yıl kardeşlerimiz bizim okulumuzu ziyaret ederlerken hiç de bu kadar görkemli bir karşılama yapmadığımızı hatırlayıp derin bir utanç yaşadım. Öğrencilerimiz için hazırlanan öğle yemeği için Cakarta’nın öbür ucundaki Türk lokantasından bir aşçı getirterek Türk yemekleri pişirttiklerini duyunca “Türk misafirperverliği” efsanesini daha önce hiç Edonezya’da bulunmamış insanların uydurduğunu düşündüm.

12 Şubat 2013 Salı

BEYAZ ÖRTÜLÜ KADINLAR ÜLKESİNDE


Endonezya Günlüğü -1-

     Geçen sene  ilginç bir vesile ile Cakarta'da bir İslam okulunda öğretmen olan  Rika ile tanışmadan önce Endonezya benim için, sadece Mekke ve Medine sokaklarında dizlerine kadar uzanan, etek uçları işli beyaz örtülerinin altında küçük adımlarla yürürken gördüğüm zarif insanların memleketi demekti. Rika’nın çalıştığı okul olan Bakti Mulya 400'le kardeş okul olmayı planlarken ikimiz de ülkelerimizin arasındaki  mesafenin çokluğunun bu hayalin gerçekleşmesini engelleyebileceğinden korkuyorduk. Yine de "Türkiye nere, Endonezya nere? Kardeş olmak için daha yakında bir okul bulamadınız mı?” diye takılan dostlara rağmen biz çalışmaya başladık. 20. yy başında Hollandalıların yaptığı katliama direnmeye çalışan Açeli kardeşlerimiz uzak demeyip Sultan Abdulhamid Han'dan yardım istemişler, Ulu Sultan da uzak demeyip donanmamızı kardeşlerimize yardım için göndermişti. Dostlukların oluşmasına  o gün bile mesafeler engel olamadı ise bugün hiç olmamalı, diyerek göle çaldığımız maya elhamdulillah tuttu ve geçen sene Mayıs ayında, kardeş okulumuzun öğrenci ve öğretmenlerinden oluşan 12 kişilik bir grup okulumuzu ve  ülkemizi ziyarete geldi. Bu sene de iade-i ziyaret için biz düştük yollara.
    Gezinin ön hazırlıklarını yaparken Endonezya ile ilgili okumaya başlayınca dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip ülkesi ile ilgili ne kadar az şey bildiğimi fark ederek cidden utandım. “Çok yaşayan mı bilir yoksa çok gezen mi, demiş atalarımız. Bu yaşına geldin hala bir Endonezya bile görmedin. Gezip görmezsen tabii ki bu kadar az şey bilirsin, üzülme gidince öğrenirsin” diyerek teselli ettim kendimi.
    Sanıyorum bu yüzden olsa gerek uçağımız Cakarta havalimanına indiğinde 14 saat süren yolculuğumuza rağmen yaşadığım duygu yorgunluk değil heyecandı. Birbirinden farklı onlarca dilin konuşulduğu (ben o zaman onlarca farklı dil var sanıyordum meğer 200'den fazla dil konuşuluyormuş bu ülkede) ve pekçok farklı dini inancın yaşandığı bir kültür cennetine gelmiştik. Endonezya keşfetmemiz için bizi bekliyordu!

18 Ocak 2013 Cuma

MUTLULUĞU ÖRMEK!




Meryem bebeği İstanbul'da bırakıp Ankara’ya dönerken uçakta yaşadığım duygu kargaşasının içinde fark ettim ki beni hüzünlendiren tek şey kuzum ve kuzusundan ayrılmak değil. Ben aynı zamanda anneanneliği de İstanbul'da bırakıp bindim uçağa. Ve bütün hücrelerime kadar mutlu olmamı sağlayan anneannelikten bedenen ayrılmak zorunda olsam da duygusal olarak ayrılmak istemiyorum. Ankara'da beni bekleyen onlarca kimliğimin yanı sıra ben hep anneanne kalmak istiyorum. İnsanın dört torunu da gurbette olunca anneanneliği aynı şehri aynı mahalleyi paylaşan bir nine torun ilişkisi içinde yaşamak  mümkün olmuyor. Dünya telaşı içinde yavruların cıvıltısı, kokusu, dokunuşu ile ilgili hatıralar yavaş yavaş silikleşiyor. Hücrelerimi dolduran anneannelik kavramı ne yazık ki yerini başka dertlere telaşlara bırakıyor; bu da benim canımı acıtıyor. Sanıyorum ben artık öncelikle anneanne sonra başka bir şeyler olma yaşıma gelmişim. Uçaktan inip beni karşılamaya gelen sevdiğim adamla beraber evimize giderken iki–üç saat öncesine kadar ne kadar mutlu olduğumu, sevdiğim adamın yanında olmanın bile o mutlulukla eşdeğer (az yada çok değil, eşdeğer) olmadığını  fark ettim ve kendi kendime bir karar verdim:  Beni bu kadar mutlu eden anneannelik enerjisinin devam etmesini sağlayacak bir şeyler yapmalıyım.