Eski yazılarımı bir araya getirerek bu sitedeki yolculuğumuza başlıyorum.
Allah hayırlara vesile etsin...
İlk yazı, başlıktan da anlaşılacağı gibi şu anda üç yaşında olan torunumun doğumu ile ilgili. Aradan çekilip sizi o muhteşem günün hikayesiyle başbaşa bırakıyorum:
8 Ekim 2006
Berlin’e Elifciğimin doğumu için geldiğimi bile bile sanki böyle bir şey yokmuş gibi davrandım günlerce. Çünkü biliyordum ki doğum demek sancı demek ve bir anne için kızının sancı çekmeye başlamasını beklemekten daha mantıksız bir şey olamaz. Sonunda bir torun sahibi olacağını bilsen de, o an hiç gelmese, bebek hep içinde dursa diyesi geliyor insanın. Ama çok ilginç bir yandan da “Allah’ım hayırlısı ile kurtar” diye dua ediyor hem yürek hem dudaklar hiç durmadan. Sanki ikisi aynı şey değilmiş gibi yani “doğum” ve “kurtulmak.” Berlin’de anneanne olmadan önce geçirdiğim 5 gün boyunca kimi zaman evde oturup internet üzerinden yemek tarifleri alıp onları pişirdik, kimi zaman da sonbaharın güzelliğini sergileyen parklarda saatlerce yürüyüş yaptık. Ne yaparsak yapalım hep beraberdik ve uzun yıllardır yaşadığımız ayrılığın acısını çıkarttık . Ve…
Çarşambayı perşembeye bağlayan gece saat 2.30 da bebeğim yanıma geldi, hafif ürkmüş bir ses tonu ile “Hafif kanamam var, biz hastaneye gideceğiz, sen istersen evde kal” dedi. Tabii daha evlat nedir bilmediği için kızı doğuma giden bir annenin kızını uğurlayıp yatabileceğini düşünerek yaptığı bu teklife ben sadece “Saçmalama, ben kaç gündür bu anı bekliyorum. Şimdi de evde mi oturacağım?” dedim ve hızlıdan giyinerek peşlerine takıldım.
Hastane evimize yalnızca 300-400 metre uzakta olduğu için yürüyerek gittik. Elifciğim yolda “Neyse canım çok acımıyor, inşallah hep böyle gider” diyordu. Canım benim ilerleyen saatlerde “hep öyle giderse” doğuramayacağını ne yazık ki anladı.
Almanya’daki hastanelerde öncelikle insan olduğunuzu fark ediyorsunuz. Gece yarısı kapıya gelen hastayı sımsıcak gülümsemesi ile karşılayan ebe hanımı görünce “Neyse güler yüzlü biri var, kızımı incitmeyecekler” diye sevindim. Ama ilerleyen günlerde gördüm ki bu bir ayrıcalık değilmiş. Buradaki hemşire, ebe, doktor hatta temizlik görevlileri bile insana gülümsüyor.
Yapılan ilk muayeneler ve ağrının şiddetinin ölçümünden sonra ebe hanım doğumun uzayacağını eğer istiyorsak evimize gidebileceğimizi söyleyince, biz eve dönüp sahurumuzu yaptık. O güne kadar orucunu tutan Elif sahurda Daniel ve bana eşlik etti ama bu sefer oruca niyetlenerek değil, doğumda ihtiyacı olan enerjiyi bulabilmek için.
Sabah 7.30’a kadar evde bekledikten sonra beş dakikada bire inen ve şiddeti artan sancılarla tekrar hastanenin yolunu tuttuk. Ama bu sefer araba ile çünkü bebeğimin o kadar kısa bir mesafeyi bile yürüyecek hali kalmamıştı. O an aklıma gelen ilk şey beni ve kızımı seven ama bizimle beraber sancı çekmeyecek olanlara haber vermek ve onlardan dua istemek oldu. Anneme, kızkardeşlerime değil (çünkü onların hem benim için hem de Elif için sancı çekerek onsekiz doğuracakları kesindi) okuldaki arkadaşlarıma haber verdim. Onların duaları ile yanımda olacaklarını ama iş yoğunluğundan sancı çekmeye vakit bulamayacaklarını düşündüm.
Hastanede yapılan ilk kontrolden sonra rahimin ancak 1 cm açıldığını, artık orada kalmamız gerektiğini söylediler. Makineye göre 120 lere vuran ama ancak 5 dakikada bir gelen ağrılarımızla hastanenin içinde dolanmaya başladık. Ben yavrularımı doğururken hep yalnız başıma bir odada ve yatarak sancı çekmiştim. Bu nedenle, Elif, makineye bağlanırken oturmak istediğini, yatarken canını çok yandığını söyleyince azar işitecek diye çok korktum ama ebe hanım çok normal bir şey duymuş gibi davranıp koşarak ona oturması için bir sandalye getirince kızımın niye ille de Berlin’de doğum yapmak için ısrar ettiğini daha iyi anladım.
Bazen oturarak bazen yatarak bazen de koşarak saat 12’ye kadar süren yorucu bir sürecin ardından Elif artık dayanamayacağını söyleyince ebesi ona içinde rahatlatıcı kokular olan sıcak su dolu bir küvet hazırladı. Bizimki bikinisini giyerek küvete girdi; tabii biz de yanında durarak ellerini tutmaya devam ettik. Bu arada benim elimden hiç bırakmadığım Kuran-ı Kerimden durmadan Fetih suresi okuduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Kuran okurken doktor beni ilk gördüğünde bir an telaşlanmış sonra, merak etme nasıl olsa Almanya’dasın kimse senin irticacı olduğunu düşünüp kızına zarar vermez, demiştim. Gerçekten de öyle oldu, ne okuduğum Kuran, ne başımdaki örtü ne de Türk oluşumuz kimsenin derdi değildi. Elif orada bir hastaydı ve tüm hastalar insandı….
24 sene önce Elifimi doğururken Gülhane’de maruz kaldığım insanlıkdışı muameleyi, bana başımda örtü olduğu için “geri zekalı, serseri…” deme hakkını bulan doktoru düşündüm bir an ve derin bir ahhhh çektim. O dar aralıkta M. Akif geldi aklıma, hani diyor ya “İslam’ın ahlakını almışlar ama bir imanları eksik” diye. Bilemiyorum yalnız iman, o da varsa tabii, beni, doğum masasında o kadar inciten doktoru kurtarmaya yeter mi? Neyse ben bizimkini Allah’a havale edip, bu insanlar için dua ettim. Rabbim yüreklerindeki merhameti iman ile süslesin inşallah.
Küvette sancı çekmek de apayrı bir macera. Sancı bastırınca suyun içinde kıvranan yavrum iki sancı arasında kendini suyun mucizevi huzuruna bırakarak rahatlıyordu. Aylardır su ile yatıp kalkan biri olarak suyun ne kadar olmazsa olmaz olduğunu bir defa daha anladım. Yaklaşık bir saat sonra aralıkları iki dakikaya düşen ve şiddeti 120’den aşağıya inmeyen sancılar yüzünden küvetten de çıkmak zorunda kaldık ama rahim daha ancak 5 cm açılmıştı ve görünüşe göre önümüzde en az 3-4 saatlik bir yolculuk vardı. Ve tabii Elif artık sancıdan bayılmak üzereydi. Ne ebenin sükunetle yaptırdığı nefes egzersizleri ne benim dualarım acısını hafifletmeyince doktordan “epidural” yapmalarını istedi. Başta, hamileliği boyunca bebeğine zarar vermemek için aspirin bile içmemişken vücuduna müdahale ettirmek istemesine itiraz ettim ama ne Daniel’in, ne de benim ellerimin daha fazla sıkılmaya dayanması da mümkün değildi. Doktor biraz rahatlayarak doğum için enerji toplayabileceğini söyleyerek anestezi uzmanını çağırınca iş benim kontrolümden çıktı ve bana yavrumun ve yavrusunun bir zarar görmemesi için dua etmek düştü.
Üç uzmanın büyük bir hassasiyetle yaptıkları müdahaleden yarım saat sonra Elif çok yüksek olan sancılarını sabahın ilk saatlerindeki gibi hissetmeye başladı. Ve gerçekten de iki saat içinde tekrar mücadeleye başlayacak enerjiyi topladı. Saat 16.30’a doğru ilacın dozunu azaltarak doğuma destek vermesi için ağrıları duymasını sağlattılar ve bizim macera tekrar başladı. “Hadi güzelim derin nefes al… hadi yavrum ıkın..” sözlerime Türkçe, Daniel’in söylediği her şeye de Almanca bağırarak geçen bir saatin sonunda bebeğimiz dünyaya gelmek istediğinin ilk işaretlerini vermeye başladı
Ve…
Benim artık yüksek sesle yaptığım dualar, gözümden sicim gibi akan yaşlar, Daniel’in Elif’e güç vermek için söylediği Almanca sözler, fonda çalan Acemaşiran makamındaki ney taksimi ve yavrumun sancı çektiği yatağın ucuna oturan ebenin son derece sakin bir ses tonuyla yaptığı yönlendirmeler sonunda yarım saat içinde MUCİZE GERÇEKLEŞTİ. … Saat tam altıya dört varken ebesi kanlar içindeki bebeği annesinin göğsüne koyuverdi.
Allah’ım o anı hayatımın sonuna kadar unutturma! Senin varlığının bundan daha büyük bir ispatı olabilir mi bilmiyorum.
Bir dakika önce sancıdan çığlık artan Elif'in yüzüne yayılan gülümseme, bir kaç saniye önce içinde olduğu kadının göğsünde hayata tutunmaya çalışan bebeğin çabası ve baba olmanın sevinci ile yüzündeki tüm yorgunluk giden Daniel…
Ve tabii artık sevinçten ağlayan ben…
İşte o an bir mucize daha gerçekleşti ve ebe Daniel’e bebeğin göbek bağını kesmek isteyip istemediğini sordu? O çekimser kalınca ben fırsatı değerlendirerek elimi makasa doğru uzattım ve “besmeleyi çekerek yavrumu yavrusundan ayırdım.
Elifciğimin “Anne baksana ne kadar güzel di mi?” sözleri ile kendime geldiğimde bütün vücudum titriyor kontrolüm dışındaki dudaklarım durmadan “Allahım şükürler olsun” diyordu. Ve hemen telefonuma koşarak Türkiye’de sabahtan beri aynı telaşı yaşadığına inandığım Mehmet’e “dede” olduğunun müjdesini verdim. Daha telefonumu cebime koymadan Londra’dan Hilal aradı ve heyecan içinde kardeşini sordu. Ben tekrar ağlamaya başladım çünkü gönüller bir olunca ülkeler arası mesafelerin yok olduğunu bir defa daha anladım.
Sahurda başlayan macera iftarda sona ermiş bebeğimiz dünyadaki ilk gecesi olan Cuma gecesini annesinin göğsünde geçirmeye başlamıştı.
Doğuma hiç müdahale etmeden ortamda bulunan doktor hanım plasentayı aldıktan sonra küçük bebeğin dünyaya geliş mücadelesi esnasında annesinin vücudunda oluşturduğu yırtıkları dikerken ben de Resullulah’ın sünneti üzere bebeğin ağzına annesini emmeden sürülmesi gereken hurmamı çantamdan buldum ve besmeleyi çekerek bebeğin ağzının ulaşabildiğim her tarafına sürdüm. O iş bitince annesinin üzerinde yatan bebeğimin açıkta duran kulağına eğilerek gözyaşlarım eşliğinde ezan okudum. Ve o an ancak fark ettim ki ben artık bir anneanneyim…
Yirmi dört sene önce benim doğurduğum bebek büyümüş ve anne olmuştu… Kucağındaki yavru sanki hep vardı ve sanki o anneliği öbürü de bebekliği hep biliyorlardı. Çekilen acılar unutulmuş yerini sevinç ve ümit almıştı.
Elif’in hamile kaldığını duyduğum günden beri en büyük korkum gurbet elde gerçekleştirilecek doğumda yavrumun incitilmesi, minik bebeğin başka bir din mensubu tarafından doğurtulması ve dolayısı ile ilk andan yabancı bir kültürle tanışması idi. Ama yüce Rabbimin ikramı ile her şey inanılmaz bir şekilde gerçekleşti. Son derece sevgi dolu bir ortamda, her an yüksek sesle ettiğim dualar ve ney taksimi eşliğinde dünyaya geldi bebeğim. Göbeği besmele ile kesildi ve dünyaya geldiğinin ilk yarım saatinde kulağı ezanla dudakları hurma ile tanıştı.
İnşallah bundan sonra sıra onda…
Annesi babası ona Selim Johann ismini vererek onunla ilgili beklentilerini çok net dillendirdiler.
İnşallah isminle müsemma olursun küçük bebek. İnşallah Allahın es-Selam isminden türeyen ismin ile tüm insanlara huzur ve esenlik verir, Hazreti Meryem’in en büyük hamisi olan Hz. Zekeriya’nın oğlu ve Hz. İsa’nın kuzeni ve yakın arkadaşı olan Hz. Yahya gibi mazlumları koruyup ve kollarsın…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder