4 Aralık 2009 Cuma

Torunumun Oması Geliyor



Geceyi, sanırım aklımı ve yüreğimi hastanede canlarımın yanında bıraktığım için uyur uyanık geçirdim. Sahura Daniel’in hazırladığı musliyi yemek için kalktığımda hem uykusuz hem de karmakarışık duygular içinde idim. Üç yıl öncesine kadar hiç tanımadığım bir adamla, yabancı bir şehirde, üzerimde pijamamla gece yarısı oturmuş İngilizce konuşarak bir şeyler yemeye çalışıyorum. Allah’ım bu nasıl bir iş? Biz kimiz ve beraber ne yapıyoruz? Aklıma gelen onlarca Türkçe soruyu cevaplamaya çalışırken Daniel’in doğum ve bebekle ilgili yapmaya çalıştığı İngilizce paylaşımı anlamaya ve cevap vermeye çalışıyorum. Daniel Elif’in doğum esnasında çektiği acıların gerçekten o kadar şiddetli olup olmadığını merak ediyor. Sanıyorum Elif’in abarttığını düşünüyor. Bend e çekilen acının miktarını hiçbir erkeğin anlayamayacağını, kahraman kızımın çok iyi dayandığını söylüyorum.
İşte biraz önce aklıma gelen ‘biz neyiz?’ sorusunun cevabı: Biz, Elif’in hayatındaki en önemli iki insanız, Elif’i doğuran, büyüten ve onu herkesten çok sevdiğini düşünen ben, yani annesi ve Elif’in bebeğinin babası olmasına karar verecek kadar sevdiği adam. Bizim kültürün tanımlaması ile kayınvalide ve damat. Kaynana değil ama kayınvalide. Hep ilginç gelmiştir bana, niye kız annelerine kaynana değil de kayınvalide denir diye düşünür dururdum. Sonuçta ikisi de aynı anlama geliyor ama yüklenilen manalar farklı. Sanıyorum en önemli fark kayınvalideler yapıcı olmak zorunda yani öncelikle kızım üzülmesin, kızım incinmesin diye düşünüyorlar. Bunun için de damada karşı kabul çizgileri her zaman daha yüksek; her zaman daha verici ve kibar olmak zorundalar. İşte o nedenle biraz daha kibar bir kelime olan kayınvalide ifadesi uygun görülmüş olsa gerek kız analarına. Ee tabii bir de bizim toplumun erkek hakim anlayışı söz konusu olunca sen damadı hoş tutacaksın ki o da kızını hoş tutsun...

Neyse ki Daniel’in bu gibi sosyal yüklemelerden haberi yok. Yavrucuk benden önce kalkıp sahur yiyeceklerimizi hazırladı ve sabah kalktığım gibi Elif’in yanına gidebileceğimi, bulaşıkları evden çıkmadan kendisinin yıkayacağını söyledi. Allah razı olsun...Daha ne denir ki!
Sabah yedide canlarımın odasından içeriye girdiğimde ikisi de uyuyordu. Sessizce oturup seyrettim, yorgun ama mutlu anne ile kuzusunu. Sanki bir gecede birazcık daha büyümüş gibi gelen kuzucuk kıpırdanmaya başlayınca anneciği de gözlerini açtı. Onlar en önemli işleri olan emişmeye başlarken ben de yüksek sesle yavrumun Yasin’ini okumaya başladım.
Bugün cumartesi, Johann Selim’in babaannesi torununu görmeye gelecek. Yüreğimde farklı bir heyecan var. Tam olarak tanımlayamadığım duygular yaşıyorum. Biraz tedirginlik, biraz sevinç, biraz korku. Saat 10’a doğru Daniel ve annesi kapıdan giriyorlar. Sevgili Urte sevinçten bayılmak üzere. Kolay değil tabii, kadıncağız yetmiş yaşında ilk defa OMA oluyor. O kapıdan girerken aklıma Engin Noyan’ın anneannesini anlattığı romanı geliyor: OMA. İyi ki zamanında okumuşsun, diyorum kendi kendime, bak ninenin Almancasını biliyorsun. Ve İngilizce cümlenin içine ‘Oma’yı oturtarak kadıncağızı tebrik edip sevincini paylaşıyorum. Urte bebeği kucağına almaya çekinerek yatağın başına oturup Elif ile Johann Selim’i seyrediyor. Kucağına en son aldığı bebek Daniel’miş. Eee bunun da otuz sene önce olduğu düşünülürse, kadıncağızın telaşlanması doğal tabii. O bebeği seyrederken, yüreğimde fırtınaların koptuğunu hissediyorum. Elif, benimle, Daniel’e karşı olan duygularını paylaştığında ona söylediğim ilk cümle “Ama torunum…” diye başlamış ve bir gün bir bebekleri olduğunda onun iki kültür arasında yaşayacağı sıkışmışlığın beni korkuttuğunu söylemiştim. İşte o zaman çok uzakmış gibi gözüken o an geliverdi. Şimdi beşiğinde yatan küçücük bir bebek ve onun başında hayal kuran iki tane nine var. Urte’nin yüreğinden geçenleri bilmiyorum ama ben bütün kalbimle Allah’a dua ediyorum: “Ne olur Rabbim yavrumu senin kulum, habibinin ümmetim dediği güzel insanlar arasına kat.” Ve ekliyorum: “Yavrumu hem Türk hem de Alman milletine hayırlı kıl.” Urte, Daniel gibi güzel bir insan yetiştirdiğine göre bebek için de istediği her şey güzeldir, diye kendi kendime telkinde bulunuyorum torununu seyreden yaşlı kadına bakarken. Göz göze geliyor ve birbirimize yürekten gülümsüyoruz. Artık bizim olan bir şey var yeryüzünde, o ikimizin de torunu ve bundan sonra ikimizin de en önemli görevi onun mutlu ve iyi bir insan olması için çalışmak. Sanki içimden geçenleri anlamışçasına gözlerini kırpıyor ve gülümsüyor. Elif’i Urte ve Daniel’le baş başa bırakıp, yemek hazırlamak üzere eve gidiyorum. Elif hastane yemeklerinden ancak vejeterjan menüyü yiyebiliyor. Tabii onlar da bir loğusa için yeterli olamaz diye düşünerek öğlen saatinden önce yemeği pişirmek ve yavruma yetiştirmek gayreti ile giriyorum mutfağa. Ben Türkiye’deki sevenlerimize rapor verirken yemekler pişiyor, Urte’nin öğlen yemeği için sofrayı hazırlıyor ve tekrar hastane yollarına düşüyorum.
Ben nöbeti devralınca Urte biraz dinlenmek için eve geçmek istediğini söylüyor ve ana oğul yanımızdan ayrılıyorlar. Biz de kızım ve bebişle baş başa kalıyoruz. Elif uykuya, ben de mışıl mışıl uyuyan bebeğin beşiğinin başına...
Bir süre sonra Almanya’da yaşıyan ve Alman okullarında İslam dersi öğretmenliği yapan bir arkadaşım ve annesi ziyaretimize geliyorlar. Özlem’i görünce çok seviniyor, kendimi Türkiye’de gibi hissediyorum. Tam o sırada Ankara’dan telefon eden anneme misafirlerimizden bahsedince o da çok seviniyor ve “Aferin be kızım her yerde eşin dostun var. Sen dünyada yalnız kalmazsın” diyor. Telefonu kaparken içimden “Şükürler olsun Rabbim sana, sen hiç birimizi yalnız ve garip bırakma. Senin rızan için birbirini seven dostlar edinmemizi sağla” diye dua ediyor, Özlem ve annesine bizi yalnız bırakmadıkları için teşekkür ediyorum
Akşama doğru Urte dinlenmiş olarak geri geliyor. Onun Dresden’den Berlin’e geldiğini ve babaanne olduğunu duyan bir arkadaşı da hastaneye ziyaretimize geliyor. Elli yıllık dostu ile torununun mutluluğunu paylaşmak Urte’yi çok memnun ediyor. Gülüşerek yapılan konuşmaların arasında Urte’nin misafirini kahve içmek için bir yere götürmeyi planladığını fark ediyor ve Elif’e bunun çok ayıp olacağını zaten iftar saatinin yaklaştığını beraber eve geçip akşam yemeği yiyebileceğimizi söylüyorum. Önce zarafetlerinden itiraz ediyorlar ama ben ısrarcı olunca üçümüz birden evin yolunu tutuyoruz. Ben çok sevinçliyim çünkü sonunda iftara misafirlerim var. Onların Müslüman olmaması ve oruç olmamaları hiç önemli değil. Önemli olan bizim iftar soframızı paylaşmaları…
Daniel tam ezan vaktinde geliyor ve hep beraber sofraya oturuyoruz. Herkes çok heyecanlı, Urte ve arkadaşı sofra başında yemeden saate bakarak bekleyişimizi ve bir anda ikimizin birden bardaklarımıza uzanışımızı kavramaya çalışıyorlar. Yaptığım yemekleri çok beğeniyor, tadına bakmadan bu kadar güzel yemek yapabildiğim için beni tebrik ederken, kendilerinin böyle bir şeyi başaramayacağını söylüyorlar. Ben de hemen tebliğe başlıyor, orucu Allah rızası için tuttuğumuzu bu nedenle Allahın da bize yardım ettiğini, iftara misafir çağırmanın Allah’ın sevdiği bir davranış olduğunu, o yüzden davetimi kabul ederek beni çok mutlu ettiklerini söylüyorum.
Yemekte bebeğimizin ismi üzerine bir muhabbet yapılıyor. Daniel misafirimize Johann ismini başa yazdıracaklarını böylelikle Selimin tek isim olarak kullanılacağını anlatırken kadıncağız Selim ismini duyunca heyecanlanıyor. Meğer Selim Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operasında tanınmış bir karakterin ismi imiş. Ve sanıyorum hoşlandıkları bir karakter olduğu için teyze ismi çok beğendiğini söylüyor. Ve tabii ki ben bir yandan cehaletimden utanırken bir yandan da Mozart’a yüzyıllar öncesinden ürettiği bir eserle hayatıma yaptığı katkı için teşekkür ediyorum. Yüce Rabbim neleri nelere vesile kılıyorsun….
Bu arada yapılan konuşmalardan Urte’nin akşam yatmak için kardeşinin kızına gideceğini öğreniyorum. Israrla bizim evde kalabileceğini söylüyorum ama nafile. Sanıyorum hem benimle aynı odayı paylaşmak istemiyor hem de benim ona odayı verip yandaki odada yerde yatmamı. Bu nedenle İldiko’ya gitmekte kararlı. Batılılar bazen çok anlaşılmaz geliyor bana, biz olsak birkaç kadın bir arada yatarız ama onların bireysel varoluş sınırları o kadar net bir çerçeve ile çizilmiş ki kadıncağızın benimle bir odayı paylaşmayı hayal etmesi bile mümkün değil. Eee ne yapalım. Önemli olan kendini iyi hissetmesi ve rahat rahat uyuması. Daniel akşam hastaneye uğradıktan sonra onları bırakabileceğini söylüyor. Yemekten sonra hızlıdan sofrayı toplayıp hep beraber iki saattir yalnız başlarına duran anne ve yavrusunu ziyaret etmek için hastaneye dönüyoruz.
Daniel, Urte ve arkadaşını bırakmak için çıkınca ben de masa başında yemek yiyen Elif’in boşalmış yatağına uzanıyorum. Elif, fotoğrafımı çekip, refakatçi anneannenin nasıl yan gelip yattığını herkese göstereceğini söylüyor. Ama yorgunluktan kalkmaya, hatta “Aman tatlım çekme, beni millete rezil etme” demeye bile halim yok.
Sanıyorum Selim‘in doğduğu gün yaşadıklarımın acısı yeni yeni çıkıyor. Bütün kaslarım acıyor. Kolay değil kızım bir doğurdu, ben dokuz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder