Artık hayat normale dönmeye başladı. Evde geçirilen ilk gecenin ardından, bugün, bir ilki daha yaşayacak olmanın heyecanı ile başlıyoruz güne. Bugün eve bebeği ve annesini muayene etmek için ebe gelecek. Bir sosyal devlet olan Almanya’da yaşadığımı unuttuğum her an şaşıracak yeni bir olayla karşılaşıyorum. İşte ebe işi bunlardan biri. Elif’in doğum öncesi görüştüğü ve anlaştığı ev ebesi bundan sonra on kere ziyaretimize gelecekmiş. Bebeğin günlük kontrollerini yapmak, anneyi doğal seyirle ilgili bilgilendirmek, bebeği yıkamak, annenin loğusalık kontrollerini yapmak gibi görevleri varmış ev ebelerinin. Yanında bir büyüğü olmayan tazecik anneler için ne kadar önemli bir nimet…
Oğlumun ebe ablası güleryüzlü genç bir hanım. Son derece deneyimli olduğu her halinden belli. Elif’le benim kırılacak bir şeyi elliyormuş gibi itina ile yaptığımız alt açma işlemini çok pratik bir şekilde hallediyor. Bebeği yanında getirdiği el terazisi ile tartıyor. Ufaklık doğduğundan bu yana 200 gr. vermiş. Tabii bu çok doğal çünkü bütün bebekler ilk birkaç gün zayıflar sonra hızla toparlanmaya başlarlar.
Bir sağlıkçının gelip çocuğu muayene etmesi ve gelişimiyle ilgili bilgilendirmesi anne için çok önemli. Bebeğin poposunda çıkan minik sivilceler ya da dökülen derisi ile ilgili yaptığı açıklamalar Elif’i rahatlatıyor.
Günlerimiz genellikle aynı seyir üzerine devam ediyor. Elif yemek yiyor, bebek annesini emiyor, bunun üzerine Elif tekrar acıkıyor ve yemek yiyor. Tabii bu arada Johann Selim de tekrar acıktığı için annesini emmek istiyor. Yani ana oğul durmadan acıkıp durmadan yeme ihtiyacı yaşıyorlar. Tabii anneanne de durmadan bir şeyler pişiriyor. Bu arada Ramazan ayında olduğumuzu ve zavallı anneannenin ve babanın oruç olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Çarşamba günü öğleden sonra Elif ve Daniel bebeğimizin bir günlükken çekilen fotoğraflarını almak için hastaneye gidince ben ve bebiş ilk defa baş başa kaldık. Annesinin olduğu bir ortamda bebek bakmak çok kolay çünkü ağlayınca annesine uzatıp “tatlım her halde acıktı, hadi biraz emziriver” diyorsun ama anne yokken ağlayan beş günlük bir bebek için ne yapılabilir ki? Yaşadığım ilk paniğin ardından aklıma bizim Acemaşiran makamındaki ney taksimi geliyor. Hemen CDyi müzik setine yerleştirip basıyorum düğmeye. Hayret bir şey… Bebek bir anda dikkat kesiliyor ve yavaş yavaş gevşemeye başlıyor. Anneciğinin karnında aylardır dinlediği müzik ona tanıdık geliyor anlaşılan. O sakinleşince ben de sallanan koltuğa oturup bebeğimin kulağına Yasin okumaya başlıyorum. Fonda Acemaşiran makamı, anneannenin kucağında, sallanan koltuğun hafif hareketi ile beraber kulağa okunan Yasin-i Şerif bebeği uyutmaya yetiyor. Annesi dönesiye kadar öylece kalıyoruz. Annesi sanıyorum bir saat olmadan dönüyor ama o bir saatin bana bir asır gibi geldiği kesin.
Çarşamba günü öğleden sonra Elif ve Daniel bebeğimizin bir günlükken çekilen fotoğraflarını almak için hastaneye gidince ben ve bebiş ilk defa baş başa kaldık. Annesinin olduğu bir ortamda bebek bakmak çok kolay çünkü ağlayınca annesine uzatıp “tatlım her halde acıktı, hadi biraz emziriver” diyorsun ama anne yokken ağlayan beş günlük bir bebek için ne yapılabilir ki? Yaşadığım ilk paniğin ardından aklıma bizim Acemaşiran makamındaki ney taksimi geliyor. Hemen CDyi müzik setine yerleştirip basıyorum düğmeye. Hayret bir şey… Bebek bir anda dikkat kesiliyor ve yavaş yavaş gevşemeye başlıyor. Anneciğinin karnında aylardır dinlediği müzik ona tanıdık geliyor anlaşılan. O sakinleşince ben de sallanan koltuğa oturup bebeğimin kulağına Yasin okumaya başlıyorum. Fonda Acemaşiran makamı, anneannenin kucağında, sallanan koltuğun hafif hareketi ile beraber kulağa okunan Yasin-i Şerif bebeği uyutmaya yetiyor. Annesi dönesiye kadar öylece kalıyoruz. Annesi sanıyorum bir saat olmadan dönüyor ama o bir saatin bana bir asır gibi geldiği kesin.
Resimler harika! Canım yavrum (aslında yavrularım demem lazım ama benim gözüm hala ilk olarak Elif’imi görüyor) ne kadar güzel çıkmış. Resimleri hemencecik tarayıp, internet aracılığı ile Türkiye’de merakla torun ve yeğen resmi bekleyen ev halkına gönderiyoruz. Yarım saat sonra MSN’de yazışırken hem Amine’nin hem de Alperen’in bebeğin fotoğraflarını kendi resimlerinin yerine koyduklarını görüyorum. Yüzünü görmedikleri bebek hayatlarında en önemli yere yerleşmiş bile. Alperen MSN notuna“ ben artık bir dayıyım” yazmış ve ismini Selim Johann olarak değiştirmiş.
Perşembe günü bebeği kontrol eden ebe ablası annesinin burun akıntılarının bebeğe de geçmesinden korktuğunu bir doktora gitmemizin iyi olacağını söyleyince Elifciğim hemen internetin başına geçerek en yakın bebek doktorunun adını ve telefonunun buluyor. Hızlıdan yapılan görüşmenin ve ayarlanan randevunun ardından bebeğimizi arabasına koyarak tahminen 10 dakika uzaklıktaki doktorumuza doğru yürümeye başlıyoruz. Ben sokakta bebek arabasını iterken, bir haftalık loğusa ve bir bebekle sokakta ne yaptığımızı idrak etmeye çalışıyorum. Ama burada bu çok normalmiş. Hatta bugün ebemiz Elif’e “Niye bebeği dışarı çıkartıp hava aldırmıyorsunuz?“demiş. Eee madem bu çocuk Berlin’de yaşayacak o zaman buranın kurallarına göre oynaması yani bir haftalıkken dışarı çıkıp hava alması gerekiyor…
Doktor amcası Selimi özenle muayene ettikten sonra her şeyin normal olduğunu söyleyerek bebeğin burnuna damlatmamız için serum fizyolojik öneriyor ve Elif’in ürkerek sorduğu bebekle uçağa binebilir miyim sorusuna , çok rahatlatıcı bir ses tonu ile “Tabii” diyor. “Yalnız uçaktaki havalandırma sisteminin bebeğe zarar vermemesine dikkat edin” ve ardından iniş ve kalkış süreçlerinde bebeği emzirmesinin bebeğin kulaklarını basınç değişikliğine karşı koruyacağını söyleyerek bizim içimizdeki tüm korkuları gideriyor. Doktor beyin yanından, yüreğimiz Ankara’da bayram yapabilmekle ilgili ümit dolu, ayrılıyoruz. Eğer resmi evraklarda bir sıkıntı çıkmazsa bebiş ilk bayramını Ankara’da onu heyecanla bekleyen akrabaları ile beraber yapabilecek…
Doktorda muayene olurken üzerine yattığı küçük elektrikli battaniye Elif’in, benim ama en çok da Johann Selin’in çok hoşuna gittiği için yol üzerindeki eczaneye uğrayarak bebişin altını açarken kullanmak üzere o aletten alıyoruz. Berlin’in kışlarının ne kadar sert geçtiği malum, böyle bir alet bebeğin altı açılırken sıcacık kalmasını sağlar diye sevinerek evimizin yolunu tutuyoruz. Bir saat önce doktora ulaşmaya çalışırken yaşadığımız gerginlik yerini Ankara için ümide ve bebekle ilgili sevince bıraktığından ikimiz de çok mutluyuz.
Ancak o gece Elif çok sancılanıyor. İki gün üst üste evden çıkmak ve evde yaptığı jimnastik hareketleri bacak kaslarının gerilmesine neden olduğu için çok acı veriyor. Tatlım benim kendini iyi hissettiği gibi loğusa olduğunu unutuyor ve hareket ediyor ama daha canından can çıkalı yalnızca bir hafta oldu. Vücudunun bu kadar büyük bir mucizeye aracı olduktan sonra bir müddet farklı sinyaller vermesi tabii ki çok normal ama ağrıları çok artınca Elif dayanamıyor. Cuma günü Daniel’le beraber doktora gidiyorlar. Ama bu sefer bebeklerini de yanlarına alıyorlar.
Pazar günü yani bebeğimiz on günlükken ilk ev gezmemizi yapıyor ve İldiko halasına gidiyoruz. İldiko bizi akşam yemeğine davet ediyor ancak Elif onu iftar saati ile ilgili bilgilendirdiği için bizim ziyaret bir anlamda iftar daveti oluyor. İldiko sanıyorum 20. yüzyılın başlarında yapılmış, eski ama çok bakımlı bir evde oturuyor. Duvarların yüksekliği neredeyse 4 metre. Salonda dev gibi bir antika kıyafet dolabı ile çok modern dizayn edilmiş deri koltuk var. İkisinin garip beraberliği ortama farklı bir hava katıyor. Benim için en ilginç olan ise camlarda hiç perde olmaması. İnsanların perdelerini evlerini yapancı gözlerden korumak için değil de süs olarak kullanmalarına gözlerimiz alışmaya başlamıştı ama hiç perdesi olmayan ve içinde yaşanan bir ev ilk defa görüyor ve kendime, eee ne yapalım burası Almanya, diyorum. İldiko Eliflerin et hassasiyetini bildiği için Lazanya tarzı ıspanaklı bir İtalyan yemeği yapmış. Doğrusu harika bir şey patlayasıya yiyoruz. Biz masa başı muhabbetini koyulturken Selim de halasının evini severek derin derin uyuyor. Herkes için keyifli bir gece oluyor.
Pazartesi sabah erkenden Selim‘in resmi evrakları için kaymakamlığa giden Daniel kısa bir süre sonra geri gelerek bebeğin vesikalık fotoğraf çektirmesi gerektiğini öğrenerek geri geliyor. Hep beraber bu kadar küçük bir adamdan fotoğraf istenmesine şaşırıp gülüşüyoruz ama sonra aklımıza bu kadar küçük bir adamla uluslararası yolculuk yapmaya niyetlendiğimiz geliyor. Bu kadar önemli bir iş yapacak bir bebeğe onların da yetişkin gibi davranmalarından normal ne olabilir ki… Elif hızlıdan hazırlanıyor ve hep beraber fotoğrafçının yolunu tutuyorlar. Döndüklerinde Elif’in anlattığına göre, bebek uyanmamakta, fotoğrafçı ise gözü açık fotoğraf çekmekte direnmiş ve sonunda adamcağız ufaklığın resmini çekmeyi başarmış.
Salı günü ebe ablası altını açarken yavrumuzun göbeği düşüveriyor. Anneciği neredeyse heyecandan bayılacak… Bizim kültürümüz bebeğin göbeğinin onun geleceğini olumlu olarak etkileyecek bir yere gömülmesini önemser. Bu uygulama, insanların hayatlarının şekillenmesinde etken olan o kadar çok faktörün yanında gerçekten bir işe yarar mı bilmem ama yine de minicik bir et parçası üzerinden geleceğe yönelik hayaller kurmak çok keyifli oluyor. Elif göbeğimizi posta ile İsveç’e Nobel Enstitüsüne göndermeyi teklif ediyor. “En kötü ihtimalle sekreter kız zarfı açınca şaşar ve çöpe atar ama olsun sonunda Nobel enstitüsüne girmiş olur” diyor. Ben göbeği parçalayarak, İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesinin bahçesine, Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin makamına ve İngiltere’de Oxford’a gömmeyi teklif ediyorum. Elif’le ikimiz bir küçük et parçası üzerinden hayaller kurarken Daniel bize anlamaz gözlerle bakarak niye çöpe atmadığımızı soruyor. Elif telaşla “O göbek! Öyle çöpe falan atılmaz!” diyor ama Daniel anlamamakta direniyor ve “Niye?” diye soruyor. Ufff, işte bazen ‘niye’leri açıklayabilmek çok zor. Gerçekten hayatı boyunca bebek göbeği ile ilgili bir paylaşım yaşamamış birine bu işin önemini nasıl anlatabiliriz ki? Vazgeçip gülümsüyoruz…
O gün öğleden sonra çekilen fotoğrafını alan bebeğimiz polis merkezine giderek pasaportunu alıyor. Tüm bunları anneciğinin kucağında yapıyor ama olsun bebiş on günlükken gerçek bir Alman pasaportuna sahip olarak eve dönüyor.
Artık Türkiye yolculuğu için resmi hiçbir engel kalmadı. Biletler ve pasaport hazır ancak şimdi de Elif cınımak üzere. Günlerdir babasını ve kardeşlerini sayıklayan kızım şimdi de Daniel’den ayrılmanın derdine düştü.
Salı gecesi Daniel’in annesi Urte’nin gönderdiği bir e-mail yavrumla ilgili hayal kuranın tek kişinin ben olmadığım gerçeği ile tekrar ama bu sefer çok daha net bir şekilde karşılaşmama neden oluyor. Urte, Johann Selim’in sekiz kuşak dedelerinin de adlarının yazılı olduğu bir soy ağacı listesi göndermiş. Dedelerden beşinin ilk ismi Johann. Babaannesi yavruları geleneği devam ettirdiği için mutluluğunu paylaşıyor ve bebişi 1700’lerde doğan Johann Gottfried Haertwig dedesi ile bile tanıştırıyor. İnsanın bu kadar uzak geçmişini bilmesi ne kadar güzel. Elif Urte’nin kendi akrabalarında daha da gerilere uzanabildiğini ama Dieter’inkilerin 1700’lerde tıkandığını söylüyor. Kayıtlara kilise aracılığı ile ulaşabiliyorlarmış.
O gece uzun uzun bizim dedelerimiz üzerine konuşuyoruz. Elif yalnız 4. dedeye kadar uzanabildiğimiz için üzgün. “Yavrumun soy ağacının benim tarafımdaki dalları budanmış gibi olacak” diyor. Haklı ama bizde Osmanlı arşivlerine ulaşmak ve o kadar gerilere giden bir araştırma yapabilmek neredeyse imkansız. Bir de bizim dedelerin neredeyse hepsi şimdi T.C topraklarının dışında kalan yerlerde doğmuşlar.
Yine de Ankara’yı arayarak Mehmet beye dedelerimizi bulması için talimat veriyoruz!!! Aldığımız cevap çok tatmin edici: “Dedelerinin adı ya Ahmet’tir ya da Mehmet. Ne var bunda bu kadar düşünecek?” J
Güzel oğlum her sabah biraz daha büyümüş uyanıyor….
Bugün artık tam 15 günlük.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder