Eski yazılarımı sizlerle paylaşmaya daha önce çeşitli dergilerde yayınlanmış olanlarla devam ediyorum:
Haziran 2004, Turuncu Dergisi
Günlerdir sahip olduğum kimlikler ve onların getirdiği sosyal sorumluluklar üzerine düşünüyorum.
Güzel Türkçemizin ne kadar zengin bir dil olduğunu ve insanlar arasındaki ilişkileri tanımlayan ne kadar çok kelimeye sahip olduğumuzu bu düşünce sürecinde fark ettim.
Dünyaya, anne ve babamın ‘kızı’ olarak gelirken, nine ve dedelerimin ‘torunu’, hala, teyze, amca ve dayılarımın ‘yeğeni’ olmaya hak kazanmışım. Onların benden önce doğan çocuklarına ‘kuzen’ olduğum da düşünülünce, hastaneden eve dört ayrı kimliğe sahip olarak çıkmışım. Anacığımın benden sonra ardarda doğurduğu kardeşlerim sayesinde hemen ‘abla’ olmuşum.
Bu süreci hatırlamadığım için –miş’li geçmiş zaman kullandım ancak bundan sonraki kimlik serüvenim bilgim dâhilinde gerçekleşti.
Okula başlayınca unvanlarıma onlarca öğretmenin ‘öğrencisi’ ve yüzlerce çocuğun ‘arkadaşı’ olmak eklendi. Büyüyüp genç kız olurken taşıdığım unvanların sayısı da artmaya başladı. Arkadaşlarımın kimi için ‘dost’ olurken biri için ‘sevgili’ ve daha sonra ‘eş’ oldum.
Bizim toplumumuzda birine eş olduğunuz anda ciddi bir kimlik patlaması yaşıyorsunuz. Kayınvalide ve kayınpederinizle beraber koca bir sülalenin ‘gelini’ olurken, yalnız kayınbirader ve görümcenizin değil, eşinizi tanıyan bütün erkeklerin ‘yenge’si ve aynı aileye sizden önce ve sonra gelen gelinlere de ‘elti’ oluyorsunuz…
“Daha dün anamın babamın kızıydım, bugün bu kadar çok kimliğin getirdiği sorumluluğu nasıl kaldıracağım’’ diye düşünürken bir kadının taşıyabileceği en yüce unvan olan annelikle tanıştım ve ‘onların annesi’ oldum. Tabii bu arada kardeşlerim de evlenerek beni eniştelerime ‘baldız’ gelinimize ‘görümce’ yapmayı başardılar. Onların çocukları olmaya başlayınca ben de ‘hala’ ve ‘teyze’ olmaya başladım. Bu arada emzirdiğim yeğenlerim sayesinde ‘süt anne’ de oldum ve sütkızımın iki ay önce dünyaya gelen yavrusu sayesinde ‘teyze anne’ olmayı da başardım.
Yıllardır mesleğimin gereği beraber olduğum insanların benim için kullandıkları ‘patronum’ ‘öğretmenim’ ‘meslektaşım’ gibi unvanları ve apartmanda komşularımın ‘’Komşu bugün nasılsın?’’ hitabını da sayınca, benim için kullanılan tam yirmi dört ayrı tanım var.
Evet, yanlış okumadınız ben, ‘kendim’ olmak dışında tam yirmi dört ayrı ‘şeyim’… Daha doğrusu birkaç gün önceye kadar öyleydi… Çünkü üç gündür şimdiye kadar hiç kullanmadığım yepyeni bir unvana sahibim. Nişanlanan kızım sayesinde ben artık resmen bir ‘kayınvalideyim’. (Hayırlı olsun, diyen dostlara peşinen teşekkürler…)
Niye kaynana değil de kayınvalideyim bunu da çok anlamış değilim ama güzel Türkçemiz kız analarına bu unvanı uygun görmüş. Allah izin verir de oğullarımı evlendirebilirsem o zaman da ‘kaynana’ olacakmışım.
Canım yavrumun gelip hayatını birleştirmeyi isteyecek kadar sevdiği bir gencin varlığını bizimle paylaştığı andan itibaren, daha önce büyük bir rahatlıkla kullandığım ve üzerinde hiç düşünmediğim bazı kelimeler hayatımda anlamlanmaya başladı.
Bunlardan birincisi, ‘damat’.
Aitlik eki ile ‘’Damadın ne iş yapıyor?’’, “Damadın ailesi nerede oturuyor?’’ gibi soruların içinde çok rahat kullandığım bu kelime arkasına bana ait olan “-ım’’ takısını alınca birden bire mana kazandı.
‘Damat’ yani kızımın can yoldaşı, hayat arkadaşı olacak olan adam…
‘Damat’ yani müstakbel torunlarımın babası...
‘Damat’ yani bizim yeni ‘oğlumuz’. Allah’ın indinde bana kendi doğurduğum ve büyüttüğüm çocuklarım kadar yakın olacak olan yabancı! Başka bir kadının doğurduğu, emzirdiği, büyüttüğü oğlum…
Hayatımıza giren ikinci çok önemli kelime ise ‘Dünür’.
Şimdiye kadar ne kadar çok kullanmıştım bu kelimeyi… Bir arkadaşımızın kızına hayırlı bir kısmet çıktığında “Falancanın kızına dünür gelmiş’’. Derken, bir bayram ziyareti dönüşü anneme kayınvalidemin gönderdiği selamı “Anneciğim dünürlerinin selamı var’’ diye iletirken ya da kızını yeni evlendiren kız kardeşime “Dünüründen ne haber?’’ diye sorarken ağzımdan kolayca çıkıveren bu kelime de arkasına bana ait olmayı belirleyen ‘-im’ takısını alıp ‘dünürüm’ olunca birden bire bambaşka bir anlam kazandı. Daha doğrusu, belki de ilk defa anlamlandı ve o kadını birden bire hayatımın en önemli insanı haline getirdi.
Üç Bin Kilometre Uzaktan Gelen Dünür…
‘Dünürüm’, yani kızımın evlenmeyi düşünecek kadar sevdiği genç adamı doğuran, büyüten kadın…
O genç adamı büyüten kadın bundan sonra benim bebeğimin geleceğini şekillendirecekti. Tıpkı bundan yirmi iki sene önce yavrumu ilk defa koynuma alıp sımsıkı sarılıp öptüğüm andan bu yana benim prensesimle ilgili kurduğum hayallerim gibi o da yavrusuyla ilgili hayaller kurmuştu ve şimdi ortak hayaller kuracaktık!
Birbirinden üç bin kilometre uzakta, farklı dillerin konuşulduğu farklı dini inançların paylaşıldığı, sofralardaki yemeklerin, kutlanan bayramların bile farklı olduğu evlerde büyüttüğümüz yavrularımız için ortak hayaller kurabilmek! Ya da gençlerin hayallerinin gerçekleşmesi için ortak eylem planları hazırlamak! Allah’ım bu ne kadar büyük bir sorumluluk!..
Urte’yle bundan üç ay önce Berlin’de tanıştık. O an yaşadıklarımla ilgili duygularımı paylaştığım, ‘Iki Buket Lale’ isimli yazımı geçen ay piyasaya çıkan, ‘Masa Başı-Minder Üstü’ isimli eserimde yayınladım. Oradan alıntı yapmak istemiyorum isteyenler kitaba ulaşıp okuyabilirler (Buna örtülü reklam diyorlar!).
Ait olduğu yerin insanın üzerindeki gücünü geçen hafta Urte’yi kızkardeşiyle beraber evimizde misafir ederken fark ettim. Üç ay önce Berlin’de tanıştığım kendinden emin kadın gitmiş yerine ürkek, çekingen biri gelmişti. Oğlunun hayatını birleştireceği kızın yetiştiği evi, mahalleyi, şehri, ülkeyi ve o ülkenin insanlarını tanımaya çalışan kadıncağızın yaşadığı şaşkınlık her an yüzüne yansıyordu.
Ben şimdi hayatıma yeni giren ‘kayınvalide’ kimliği üzerine yoğunlaşmak istiyorum. Aslında belki de üzerinde durmak istediğim konu kayınvalidelik değil annelik ya da ‘nişanlanan kızın annesi’ olmak…
Daniel’in annesi olmak nasıl bir şey olacak bunu zaman içinde göreceğiz ancak bir anne olarak kızının avuçlarının içinden kayıp başka bir hayata doğru gittiğini, başka birini senden çok önemsediğini ve sevdiğini görmek, işte bu şimdiye kadar yaşadığım duygularla tanımlanamayacak kadar zor bir şey.
O kadar zor ki belki de durumumu ‘sudan çıkmış balık’ deyimiyle anlatabiliriz…
O kadar karmaşık bir durum ki hem “Yüksek yüksek tepelere…’’ türküsünü duymak insana işkence gibi geliyor hem de kızının çeyizini aşrı aşrı memlekete gönderebilmek için çözümler üretiyorsun.
Aynı anda, kızının gözlerindeki sevince ortak olup mutluluktan, kocanın (gelinin babasının) gözlerindeki hüzne eşlik edip üzüntüden ağlayabiliyorsun.
Hem yeni kazandığın kimliğin için yüreğinde Rabbine şükür, dudağında tebessüm, insanların arasında dolaşıp tebrikleri kabul ediyor, hem de yalnız, ‘kendin’ olarak herkeslerden uzakta, bir dağ başında yaşamak istiyorsun…
Daha ne diyeyim ki; anlatılmaz yaşanır…
Allah hepimize sahip olduğumuz kimlikleri ağız tadı ile yaşamayı nasip etsin…
Duygulandım Nurten Hocam çok güzel yazmışsınız.Bir an geçmişi hayal ettim Bende Üç Bin Kilometre ye gelin gittim hatırlamak istemiyorum kötü duygularımı güzel olan 3 yavrum gerisi boştu bomboş geçti yıllarım.Kızınız çok şanslı sizin gibi bir Annesi oldugu için...Rabbim gurbette yaşayan hasretlik çeken herkesi kavuştursun çok zor.Ne güzel yazmışşınız anlatılmaz yaşanır…evet anlatılmaz yaşayanlar anlar bizi.
YanıtlaSilhayat çok hızlı akıp gidiyor. bir ay önce elifin kayınvalidesi Urtenin cenaze törenindeydik. drestende urtenin dostları elifi öpüp taziyede bulunurken bu yazıyı yazdığım günleri düşündüm. o kadınlar Urtenin yavrusunu kaybetme korkusuyla akıttığı göz yaşlarının şahitleriydiler. Gurbet, birbirini hiç tanımayan ama aynı kaderi paylaşan insanlar ... insan olmak karışık iş vesselam
YanıtlaSil