Ekim 2006
Zor, çok zor geçen bir tam günün ardından artık, ben anneanne, Elif’im anne ve Daniel baba olmanın keyfi ile bakıyoruz minicik bebeğimize. Doğduğu gibi daha anneciği ile arasındaki göbek bağı bile kesilmeden annesinin göğsüne konan bebeğimiz tam bir saat orada çıplacık yattı. O anneciğinin koynunda yatarken ben ve Daniel bir yudum su ve Elif’in doğumu hızlandırması amacı ile yediği hurmalardan arta kalanlarla orucumuzu açtık. Ne donatılmış bir iftar soframız ne de çeşitli yiyeceklerimiz vardı ama inanıyorum ki bu benim yaptığım en güzel iftardı.
Elif durmadan “Anne, ne kadar güzel değil mi?”, “Allah’ım, artık doğdu değil mi?”diye soruyor ve “Tatlım benim, sen benim bebeğimsin” diyerek kucağındaki bebeği bize teyit ettirirken bir yandan da bebeğe onun annesi olduğunu anlatmaya çalışıyor. Canım benim o kadar yoruldu ve bir ara o kadar ümitsizliğe düştü ki bu işin bittiğine ve anne olduğuna hala inanamıyor. Aslında onun bu mucizeye inanması biraz daha zaman alacak ama bebeğin annesi ile tanışmak diye bir derdi yok. O zaten o kadının onun olduğunun bilinci ile başını koyduğu memenin ucunu ağzına sokmaya çalışıyor! Ya Rabbim bu nasıl bir mucize, o çocuğu yoktan var eden sen, onun dünyaya geldiği andan itibaren hayata tutunması için gerekli programları da ona yüklemiş, küçücük bebeği annesinden daha güçlü kılmışsın.
Bebeğimizin küçücük kulakları dünyaya geldiği ilk yarım saat içinde dört ayrı dille tanıştı. Annesinin sevgi dolu sesinden Türkçe, babacığının heyecandan titreyen sesinden Almanca, annesi ile Türkçe, babası ve ortamdaki doktorla Ingilizce konuşmaya çalışan anneannesinden İngilizce ve tabii kulağına okuduğum ezanla Arapçayla tanışan yavrum umulur ki bu dillerin hepsini insanlığa faydalı olabilecek kadar iyi konuşur. Bu arada belki de bizim seslerimizden önce duyduğu ney taksimini de bir tarafa atmamalıyım. Türkiye’de bile kaç çocuğa nasip olur dünyaya Acemaşiran makamında ney taksimi dinleyerek gelmek. O dar aralıkta “Belki de neyzen olur benim canım” diye geçiyor içimden ve ümitleniyorum: “Niye olmasın ki, iki dedesi de müzisyen, elbette onlara çekmiştir.” Birden, ya bana çektiyse, diye korkuyor ve böyle bir anda bunları düşünebildiğim için kendime şaşıyorum.
Ben bunları düşünürken güler yüzlü ebemiz tekrar yanımıza geliyor ve bebeğimizi tartmak ve giydirmek için annesinin koynundan alıyor. Elif panik içinde doğrularak Almanca “Bebeğimi yıkayacak mısınız?” diye soruyor. Daha sonra bana tercüme ettiklerine göre artık bebekler yıkanmıyormuş. Bebeğin annesinin karnından vücuduna sıvalı olarak getirdiği şeyler yeryüzünün en kıymetli kremi imiş. O nedenle bebeğin yalnız başını yıkayıp, saçlarını tarandıktan sonra çekti yavrumun ilk fotoğrafını ebe teyzesi.
Daha önce hiç bebek boyu ölçülürken görmemiştim. Kıvrım kıvrım duran bir çocuğu nasıl ölçerler diye merak ederdim. Bugün öğrendiğim önemli şeylerden biri de o oldu. Mezura ile önce ayağından dizine kadar olan bölge ölçülüyor, sonra dizinden kalçasına kadar olan bölge, son olarak da poposundan başına kadar olan bölge ve ortaya çıkan sonuç: Bizim delikanlı tam tamına 51cm. Çıplacık yattığı terazi ise yavrumun 3.550 gr olduğunu gösteriyor.
Ebe teyzesi oğulcuğumu hastaneye ait bebek kıyafetleri ile giydirip annesinin koynuna tekrar veriyor. Şimdi ikisi de daha mutlu. Tabii biz de.
Artık sırada öğleden beri sancı çektiğimiz, doğumun da gerçekleştiği odayı terk edip yatacağımız bölüme geçmek var. Elif’in yatacağı yatağı iki hemşire odaya sokuyor. Üç kişinin yardımı ile Elifciğim ve yavrusu yeni gelen yatağa geçiyor ve hep beraber terk ediyoruz Johann Selim’in dünyaya geldiği odayı.
Anne-bebek servisindeki odamızda iki yatak var ama tek hasta biziz. Bütün doğumlarından sonra altı loğusayla aynı odayı paylaşmış biri olarak bunun çok büyük bir nimet olduğunu düşünüyorum. Bebek ve annesi yeni odalarına yerleşince biz de artık açlıktan ölmek üzere olduğumuzu fark ediyoruz. Daniel önce benim eve gitmemin daha uygun olduğunu söyleyince ben karnımı doyurmak için evimizin yolunu tutuyorum.
Gece vakti, bilmediğim bir şehrin bana yabancı sokaklarında yürürken vatandan uzakta yaşamaya mahkum edilmiş bir din aliminin sözleri geliyor aklıma: “Ağustos sıcağında bile buzdağları kadar soğuk sokaklar…” Gurbette yaşanan yalnızlığı iliklerimde hissedip sessiz sessiz ağlıyorum. Yemeğimi yiyip namazımı kıldıktan sonra hızla evden çıkmaya çalışırken aklıma bilgisayarımda kayıtlı olan bestelenmiş Esma-ül Hüsna geliyor. Dönüp laptopumu alıyor ve öyle çıkıyorum evden. Şimdi kendimi daha güçlü ve daha donanımlı hissediyorum bu yabancı şehirde. Elif’in odasına vardığımda ise beni bekleyen sürpriz karşısında yeniden akıyor göz yaşlarım.
Elif’in geçen yaz yanında staj yaptığı başörtülü Türk doktor ablası bu gece aynı hastanede nöbetçi imiş. Doğumu haber alır almaz Elif’imi ziyarete gelmiş. Allah’ım, diyorum içimden “Sen yetersin kuluna. Gurbet falan hikaye, bak işte memleketinden binlerce kilometre uzakta doğum yapan yavrumu boynu bükük bırakmadın hastane odasında, şükürler olsun sana”.
Doktor Hatice ile beraber bilgisayarımı açıyor ve bebeğimize dünyadaki ilk gecesinde Esma-ül Hüsna dinletiyoruz, hem de birkaç defa.
Burada hastanelerde refakatçi adeti yokmuş. O kadar iyi bakıyorlar ki aslında refakatçiye filan da gerek yok ama bunu benim kendime anlatmam mümkün olmadığı için Daniel’e o gece kesinlikle orada kalmak istediğimi ve bunu başhemşire ile konuşmasını söylüyorum. Daniel döndüğünde refakatçinin yasak olmadığını ama ayrıca yatak ve kahvaltı için 55 Euro ödenmesi gerektiğini söyleyince derin bir ohh çekip yandaki yatağa yerleşiyorum.
Daniel’i gönderdikten sonra bebeğimizin dünyadaki ve hastanedeki ilk gecesini geçirmek için hazırlanmaya başlıyoruz.
O gece yata kalka geçiyor. Ben gece saat dörtte hemşirenin yanına giderek sabahki kahvaltı hakkımı şimdi kullanmak istediğimi söylüyorum. Kadın bana “Gece yarısı ne kahvaltısı? Deli misin nesin?” demeden kalkıyor ve beraberce geçtiğimiz mutfakta tabağımı hazırlamama yardım ediyor. Sahurun ardından sabah namazını kılıp biraz daha uzanıyorum ama kısa bir süre sonra bebeğin mızırtısı ile fırlayıp kalkıyorum. Taze anne ve bebeğinin emişme macerasına destek verdikten sonra abdestimi alarak bebeğin yatağının başına geçip onun kulağına Yasin, Tebareke, Amme ve Cuma Surelerini okuyorum. Tatlım benim, yeni bir güne başlarken sanki çok tanıdık bir şeyler duyuyormuş gibi dinliyor beni.
Yıllardır insan beyninin gelişim süreçleri üzerine okuyan biri olarak bu anların ne kadar önemli olduğunu, aldığı her uyarının binlerce beyin hücresini aktif hale getirdiğini ve hücreler arasında kurulan bağın geleceğini etkileyeceğini çok iyi biliyorum. O yüzden de belki de bize göre hep gurbette yaşayacak olan yavruyu, çan seslerini duymadan Kur’an’la tanıştırarak koruma altına almaya çalışıyorum.
Bir ara aklıma “Hidayet yalnız Allah’tandır” ayeti geliyor. Ve kendimi aciz hissediyorum. Ben ne yaparsam yapayım sonunda O’nun istediği olacak. O isteyince çocukluğu ve gençliği boyunca bırak Kuran’ı ezan bile duymayan babacığı uzun bir araştırma ve düşünme sürecinin sonunda İslamla şereflendi. Yeter ki Rabbim istesin… Olsun yine de benim bir şeyler yapmam gerekiyor. Peygamberim, deveni önce sağlam bir yere bağla sonra Allah’a havale et, dememiş miydi? O zaman ben de işi sağlama almalıyım. Öyleyse okumaya devam…
Hastanemizin bir güzel tarafı da kahvaltı sistemi. İsterseniz yatağınıza getiriyorlar kahvaltınızı, isterseniz koridorun sonunda bu iş için düzenlenmiş kafetaryaya gidip yiyiyorsunuz. Elif kendimi iyi hissettiğini ve oraya yürümek istediğini söylüyor. Bebeğimizin beşiğini sürerek yavaş yavaş yürüyoruz koridorda. Elif mutluluğundan herkese selam veriyor. Kahvaltı salonunda dün sancı çekerken karşılaştığımız çiftle tekrar karşılaşıyoruz. O kadıncağızın da yüzü sevinçten ışıl ışıl. İkisi birbirlerinin bebeklerine bakıyor ve iyi niyet temennilerinde bulunuyorlar.
Elif karnını doyurduktan sonra odamıza geçerken başhemşire bizi bebek kontrol odasına çağırıyor. Genç bir doktorla beraber yavrumuzun ilk muayenesini yapıyor. Allah’a şükür her şey çok iyi gözüküyor.
Odamıza döndüğümüzde bir fizyoterapist ziyaretimize gelerek Elif’e şu an rahminin ve karnının ne halde olduğunu bir maket aracılığı ile anlatıyor. Onun deyimi ile yumuşacık bir paçavra kadar gevşek duran organlarının sıkılaşmasına yardım edecek jimnastik hareketlerini gösteriyor.
Daniel Elif’in başına dönünce ben de yavrumun sütünün gelmesine yardımcı olacak loğusa şerbetini pişirmek ve dostlarla mutluluğumu paylaşmak için kısa bir süreliğine eve geçiyorum. Yolda, loğusa şerbeti yerine kan yapması için kara üzüm, bağırsaklarını çalıştırması için kayısı kaynatırsam daha iyi olacağını düşünüyorum. Sonra da hoşafın içine karanfil ve tarçın atarak, ikisinin karışımı bir şey kaynatıyorum.
Bilgisayarımı açar açmaz dostlar tarafından sevgi bombardımanına tutuluyorum. Arkadaşlarım mutluluğumu paylaşmak için adeta yarışıyorlar. Telefonda annem ve kardeşlerimle konuşuyorum…. Kısacası teknoloji aradaki binlerce kilometreyi bir anda yok ediyor.
Ben hastaneye dönünce Daniel özel derslerini vermek için ayrılıyor. Zavallı baba hem mutlu hem şaşkın. Minicik bebek daha ona çok bir şey ifade etmiyor. O Elif’in derdinde. Sevdiği kadının dün gün boyu çektiği acı onu çok yıprattı ve korkuttu. Şimdi gözü Elif’in gözünde, her şeyin ne kadar düzeldiğini anlamaya çalışıyor. Daniel çıkınca Elif yavrusunu emzirip uykuya geçiyor.
Buraya haftada üç gün profosyonel bir fotoğrafcı gelip bebeğin ve annesinin fotografını çekiyormuş. Ve bugün onun gelme günüymüş. Elif bebeğinin fotoğrafını çektirmek istiyor. Yavaş yavaş yürüyerek çekimlerin yapıldığı emzirme odasına gidiyoruz. Fotoğrafçı çok şişman, çok sevimli genç bir hanım. İşini ciddiye aldığı her halinden belli. Minicik bebeklere poz verdirebilmek için bin türlü şarlatanlık yapıyor. Bizden önce gelen anne ve bebeğin çekim işleri bitince sıra bizim delikanlıya geliyor. Elif’in aman da benim güzel yavrum tezahüratları eşliğinde bir günlük yakışıklı(!) oğlumuzun ilk profesyonel fotoğrafları çekiliyor.
Odaya dönüp biraz dinlendikten sonra hemşire hanım, Elif’e, bebeğinin altını nasıl değiştireceğini öğretmeye geliyor. Dünya tatlısı Koreli bir hanım. Uzakdoğu zerafeti ile öğretmenlik yapıyor kızıma, o hiç elini sürmeden, Elif’in bebeği soyup, altını değiştirip giydirmesi için doğru yönlendirmeleri yapıyor ve Elif yüzünde, zorlu bir savaşın ardından kazanılmış zafer gülümsemesi ile yatağına geçiyor. Annelik yolunda önemli bir adım daha böylelikle atılmış oluyor. Zaten bir bebeği büyütebilmek için ne lazım ki, emzirmek, altını değiştirmek ve bol bol sevgi. Üçüncüsü zaten doğal proğramın bir parçası, bebeğin ihtiyacı olan süt yavaş yavaş gelecek, altını değiştirmeyi de öğrendikten sonra artık her şey yoluna giriyor demek ki.
Zaman hızla geçiyor ve gece oluyor. Elif bu gece benim eve gitmem konusunda ısrarcı, ben de artık biraz daha sakinleştim. Kızımı ve yavrusunu hastane personeline emanet edebilirmişim gibi geliyor. Aklımızı ve yüreğimizi onlarla bırakıp saat 12’ye doğru hastaneden ayrılıyor evimizin yolunu tutuyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder