6 Aralık 2009 Pazar

Evlilikte Biz Olabilmek


Mayıs 2006, Turuncu Dergisi


Yıllardır dolaylı yollardan yıpratılmaya çalışılan evlilik müessesinin sıkı bir bombardıman altına alındığı günlerdeyiz. TCK’da yapılan değişiklikler nedeniyle birden bire Türkiye’nin gündemine oturtulan ‘zina’ tartışmalarıyla başlayan sürecin sonunda malum medya ne yazık ki “evlilik gerekli mi gereksiz mi?’’sorusuna cevap aramayı kendine vazife çıkardı. Bu yapay soruna çözüm arayan ünlülerimiz ggörüşlerini kıymetli(!) kamuoyuyla paylaşmaya başladı. Kimileri bir ömür boyu insanı bağlamasının olumsuzluklarından bahsederken çözüm olarak, kontrata bağlı evlilikler yapılmasını önerdi. Kimileri ise sevdiği erkekle beraber olmak için evlilik gibi köhneleşmiş(!) bir müesseseye ihtiyaç duymadığını söyledi. Yine büyük bir tesadüf (!), son dönemde televizyon kanallarında yayına giren dizilerin bir çoğu tek ebeveynli ama çok mutlu aileleri veya yalnız yaşayan ama başarılı kadınları ekranlara taşımaya başladı. Son derce masum görüntülü bu dizileri, yazılı medyadaki demeçler ışığında izleyince yüreğimi derin bir korku kaplıyor. Birileri son derece açık ve seçik bir şekilde ‘evlilik’ müessesine karşı saldırıya geçti ve biz uyuyoruz.

Aslına bakarsanız toplumun muhafazakâr kesimi olarak bizler, Fransız mutfağında pişirilen kurbağalara çok benziyoruz. Fransızlar ıstakozları pişirirken çok sıcak sımsıcak suya canlı canlı atar ve haşlarlarmış ancak kurbağaları sıcak suya attıklarında can havliyle zıplayıp kaçtıkları için onları ılık suya koyar öyle oturturlarmış ateşin üzerine. Ilık suyun içinde keyifle yayılan kurbağalar suyun yavaş yavaş ısındığını fark etmez ve bir süre sonra haşlanırlarmış.
Benim gençlik yıllarında televizyonda yayına giren Dallas dizisini ilk seyretmeye başladığımızda dehşete düştüğümüz birçok konu artık hepimize normal geliyor. İslam’ın kesinlikle haram kıldığı zinayı ‘ufak tefek kaçamaklar’ şeklinde yorumlayabiliyor ya da bir dizinin kahramanlarından bahsederken, çocuklarımızın yanında, ‘meğer babası o adam değilmiş’ diyebiliyoruz. Eğer biraz daha uyursak kısa bir süre sonra kızımız “Aman anne ben senin gibi geri kafalı değilim, ömür boyu bir adamın kahrını çekemem. Biz anlaştık iki yıl için evleneceğiz. Devam ettirmeye gerek görürsek o gün gelince tekrar değerlendireceğiz’’ diye karşımıza gelecek ya da oğlunuz sizin eli yüzü düzgün namuslu bir gelin arama çabanıza gülerek “Anacığım o günler geride kaldı ne gerek var kendimi bağlamaya istediğim kızla istediğim kadar yaşarım” diyerek yüreğinize indirecek.


İşte bu nedenle, bu ay, insanlık var olduğundan beri var olmaya devam eden ve tüm dinler tarafından kutsallığı teyit edilmiş ‘evlilik müessesi’ni işlemek istedik.

NEDİR EVLİLİK?

TDK Sözlüğü evlilik kelimesini ‘kadın ve erkeğin sosyal ve hukuki açıdan,toplumun benimsediği kurallara uygun olarak karşılıklı yükümlülükler üstlenmek üzere hayatlarını birleştirmeleri, aile kurup bir arada yaşamaları durum’ şeklinde tanımlıyor.

Buradaki en önemli ibarenin “toplumun belirlediği kurallara göre’’ ifadesi olduğunu düşünüyorum. Bir topluma mal olan kurallar yani kültür, asırların süzgecinden geçerek oluşuyor. Ne yazık ki şu günlerde tüm değerlerimiz ve toplumsal kurallarımız birileri tarafından yargılanıyor dolayısıyla evlilikte eşlerin üstlenmesi beklenen yükümlülükler de bu yargı sürecinden nasibini alıyor.


Bundan 50-60 yıl önce evlenen bir çift ile bugün nikah masasına giden bir çiftin evlilikteki yükümlülüklerden anladıkları çok ama çok farklı olsa gerek.

Bütün bir gününü akşam eve geri dönecek efendisine göre planlayan, onun sevdiği yemeği yapıp, evi onun rahat edeceği şekilde düzenleyen, o gelmeden terlikleri kapının önüne hazırlayan ninelerimizin aklına acaba hiç “neden yemekleri hep ben yapıyorum da bu adam hiç yardımcı olmuyor?” gibi bir soru gelmiş miydi?

Ama sabah kocasıyla beraber evden çıkıp, bütün gün çalışan günümüz kadını, akşam saat altıdan sonra yorgun argın mutfakta yemek pişirmeye çalışırken yan odada televizyon başında yatan kocasını düşündükçe öfkeleniyor ve “Neden bütün işleri ben yapıyorum?” diyerek insanlık var olduğundan beri bütün ninelerimizin en doğal görevleri olarak kabul ettikleri yemek pişirme işini bile yargılamaya başlıyor. “Neden o değil de ben?” sorusu bir süre sonra “Gece bebeğin sütünü kim verecek?”, “Çocuğu kreşten kim alacak?” gibi sorularla devam ediyor ve bir zamanlar hayatın anlamı olan şeyler (sevdiklerin için yemek yapmak ya da yavruna bakmak v.b.) şimdilerde yük gibi gözüküyor.


TDK’nın bilimsel evlilik tanımından sonra bir tanım da rahmetlik anneannemin ağzından vermek istiyorum. Yeni genç kız olduğum yıllarda ailenin hanımlarına evlilikleri ile ilgili nasihatler veren anneannem sık sık “yavrum evlilik ateşten gömlekmiş giyene, demirden leblebiymiş yiyene” derdi.


Rabb-ül Alemin, Kuran’da “Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır” buyuruyor. Yani Rabbim bir birini tanımayan ya da farklı ortamlarda büyümüş iki insanın bir araya gelip birbirini sevmesinin ve bir arada yaşama becerisi göstermesinin ne kadar zor ve önemli bir şey olduğunu vurgulamak için bu olayı varlığının delillerinden biri olarak tanımlıyor.


Gerçekten de evlilik bazen ateşten gömlek kadar sıcak bazen de demir leblebi kadar sert; ama gömleği serin, leblebiyi yumuşak hale getirmenin çaresi sabretmek değil, problemleri çözmeye çalışmak olmalı diye düşünüyorum.


Evlilik öncesi hayallerin hepsi, mutluluk üzerinedir. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir çift, mutsuz olmak, kavga etmek ya da demir leblebiyi yemeye çalışmak için çıkmaz yola. Zaten bir de âşıklarsa hiçbir gücün onları mutsuz edemeyeceğinden emindirler. Bazı konularda farklı düşünseler de aşklarının bu problemleri aşacak kadar büyük olduğuna inanır gençler. Ancak problemi çözecek olanın kendileri değil de ‘aşkları’ olduğunu düşünmek sanıyorum yapılan en büyük hata. Çünkü hiçbir aşk sonsuza kadar sürmez. En büyük aşklar bile iki yılda tabii sürecini tamamlar. Vücut kimyası düzene girer. Bulutların üzerindeki yolculuk sona erer ve ayakları yere basan çiftin gözleri açılmaya, karşıdakini olduğu gibi görmeye başlar. Aşıkken hiç önemli olmayan bazı kişilik farklılıklarının aslında çok önemli olduğu, birinin ak dediğine öbürünün kara dediği fark edilmeye başlanır. Bu fark edişle beraber taraflar ya kavga edip birbirini incitmeye ya da birbirlerini kabul ederek yani kişisel farklılıklarını muhafaza ederek ‘biz’ olabilmek için çaba göstermeye başlarlar.

Evliliğin ‘içinde yaşanılan mekânı cennete çeviren’ bir müessese haline gelmesi, işte bu sihirli sözcükte saklı: ‘biz’ olabilmek. Karşımızdaki insanın farklı biri olduğunu kabul etmek onun sizden farklı düşünebileceğini, farklı şeyleri sevebileceğini hatta kelimelerin içini farklı anlamlarla doldurabileceğini kabul etmek demektir.

DOĞRU ANLAŞILMAMAK

İçinde yetiştiğimiz evlerin farklı kültürleri, her birimizin olayları farklı yorumlamasına neden olur ve bunu kavramak bile ilişkilerde art niyet aramayı engeller. Art niyet diyorum çünkü bizler duygu ve düşüncelerini “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” ve “Öküz altında buzağı aramak” gibi deyimlerle ifade etmeyi tercih ederek açıkça ve doğrudan muhatabına iletmeyen sonra da karşımızdakinin sözünden manalar çıkartmaya çalışan bir kültürün mensuplarıyız.

Son derece iyi niyetle ortaya konan bir davranışın karşı tarafa verdiği rahatsız edici mesajlara örnek olması için seminerlerimde çok sık kullandığım bir kurgu hikâyeyi sizlerle de paylaşmak istiyorum.

Biz yıllardır, akşamları iş çıkışı eve gitmeden önce eşimle beraber markete uğrar ve alışveriş yaparız. Kasada birimiz poşetleri doldururken diğeri kredi kartıyla ödemeyi yapar. Bu bazen ben olurum bazen eşim. Ailece yemeğe gittiğimizde de aynı şey gerçekleşir, kimin kartının hesabı uygunsa ya da o an müsaitse ödemeyi o yapar. Bizim çocuklarımız bu manzaraları görerek büyüdükleri için oğullarımın kafasında bir yerde alışveriş yapınca ya da yemek yiyince ödemeyi babalar yapar, diye bir bilgi yok. Bunu, doğrusu budur, şeklinde söylemiyorum. Yalnız bizim evde yetişen bir çocuğun yaşadıklarıyla edindiği bilgiye örnek olarak paylaşıyorum.

Bir başka evde kural ödemeleri her zaman babalar yapar şeklinde olabilir. Bizimki gibi bir evde yetişen delikanlı ile diğer evde yetişen kızın sözlenip beraber yemeğe çıktığını düşünelim. Güle oynaya yenen bir yemeğin ardından garson hesabı getirir, hayran hayran sözlüsüne bakan delikanlının aklına hesabı ödemek gelmeyebilir. O muhabbete devam ederken, hesabın ödenmesi geciktikçe kız tedirginleşir. Sonunda delikanlı hesabı öder ve kalkarlar, ikisi de evlerine döner ve anneleriyle yaşadıklarını paylaşırlar. Erkeğin evinde yenilen yemekle ilgili güzellikler konuşulurken kız evinde işler karışmıştır bile çünkü babasının hesabı ödemesine alışkın olan kızcağız sözlüsünün hesap karşısındaki kayıtsızlığını, görgüsüzlük, cimrilik şeklinde algılamıştır. Bu yorumlar karşısında kız annesi büyük bir ihtimalle yavrusunun kıymetinin bilinmeyeceği için üzülürken, kızcağız bahtsızlığı için ağlamaya başlamıştır bile.



Bu küçücük olay bile gösteriyor ki hepimiz yetiştiğimiz evin kültürüyle şekilleniyoruz. Karşımızdakinin bizimkine benzemeyen davranışlarını yargılamak ya da kendimize karşı saldırı olarak yorumlamak yerine farklılıkların olmasının normal olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bunu kabul etmek o davranışı onaylamak manasına gelmiyor. Karşımızdakinin benliğine zarar vermeden, hakaret etmeden rahatsızlığımızı belirtmek ve ortak çözümler bulmak gerekiyor.



Biz çözüm üzerine odaklaşırsak muhakkak Rabbim bu konuda bize yardımcı olacak ve farklı kapılar açacaktır. Ben sağlıklı bir evlilik için çaba göstermenin yalnız bireysel değil toplumsal bir sorumluluk olduğuna yürekten inanıyorum. Anne ile baba arasında tercih yapmak zorunda kalmadan her ikisinden aldığı olumlu enerji ile büyüyen çocuklara insanlığın çok ama çok ihtiyacı var.

1 yorum:

  1. Nurten Teyzecim yazılarınızı çok keyifle okuyorum, sıkı takipçilerinizden oldum, umarım hep yazmaya devam edersiniz.
    Sevgiler
    Hilal'in üniversiteden arkadaşı Pelin (size misafir olmuştum seneler önce)

    YanıtlaSil